İstanbul’da herhangi birini çevirip sorsanız köpekleri sever ya da onlardan kurtulmak istemez en azından ama gel gelelim ki yine İstanbul’dan sürgün edilen, burada yok edilen ve öldürülen köpeklerin de olduğunu biliyoruz. Daha geçenlerde bir tarafı tutkal ile kaplanıp çamura yatırılan sokak köpeğini iyi kalpli bir veterinerin kurtarışı hikayesini okuduk. Köpek nefes almakta güçlük çekiyordu ve tüyleri birbirine yapıştığı için hayvanı komple tıraş etmeleri gerekmişti. Vücudundaki yara izleri yürek parçaladı.
Üstüne bu yazıyı görünce paylaşmak istedim. İstanbul ALT’ın Catherine Pinguet’nin İstanbul’un Köpekleri kitabından esinlenerek kaleme aldığı “İtlaf” isimli bu yazıyı okumanızı şiddetle öneriyorum. (İtlaf: Öldürme, yok etme, telef etme)
İstanbul köpekleri nesilden nesile şehirde olan bitenin tanığı oldular. Sokaklar meskenleri, çocuklar dostları, şehrin yığınla biriken çöpleri ise günde 3 öğünleri oldu. Yerliler onları sevdi, vakit buldukça besledi. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Avrupa’daki hemcinslerinin aksine hala birinin mülkü olma fikrine alışamamıştılar. Onun yerine bölgelere dağılıp sokaklarda çoğaldılar. Zayıf ve bitkindiler ama özgürdüler.
Dönemin Osmanlı ordusunu ıslah etmekle yetkilendirilmiş olan Fransız diplomatı Baron de Tott, 1784’te paylaştığı Anılarında İstanbul’daki köpeklerin görünümünü şöyle tarif ediyor:
İstanbul’un köpekleri hüzünlü yüzleri, zayıf, uyuşuk duruşları, ayrıca kasapların olduğu mahallelerde doğmayıp, sırf atılan çöplerle beslenen köpeklere özgü aşırı cılızlıklarıyla ve o çöpleri oraya bırakan zabıtaların yokluğunda, neşeli halleriyle kendilerini belli ederler.
Aynı dönemlerde Pera’da Fransız Sarayı’nda kalan İngiliz Lady Craven bir mektubunda köpeklerin şehirde başıboş olmalarından duyduğu rahatsızlığı dile getirirken aslında ne kadar özgür olduklarının da altını çizmiş oluyor:
Bu köpekler güneşe yattıkları zaman atlarla gezen Türklerin kendilerini çiğnememek için etraflarından dolaşmalarına o kadar alışmışlardı ki, uşaklarımız Fransız Sarayı’na varana kadar sık sık arabalarımızı durdurarak köpekleri kovmak zorunda kaldılar.
İstanbul’da özellikle 19. yüzyılın sonuna doğru köpeklerin sayısı o kadar fazlaydı ki yurtdışından gelen seyyahların çoğu anılarında sokakların köpeklerden geçilmediğini ve çeteler halinde kümelendiklerini yazıyorlardı. Şehrin çöp öğütücüsü olarak da kıymet gören köpekleri sadece bu pragmatik ilişki uğruna sevilmiyor, aynı zamanda dağıldıkları mahallelerde alelade birer semt sakini muamelesi görüyor hatta bazılarının kendi bölgelerinde koruyucu unvanına eriştikleri bile oluyordu.
Ne var ki onca yığılma şehrin sakinlerine tahammülsüzlük de getirmişti. Bunun en belirgin hali dünyanın her modernleşen şehrinde olduğu gibi İstanbul’da da modernleşme serüveninde peydah oluverdi. Modern şehircilik planlamalarında hedef tahtasına ilk koyulanlar köpekler oldu.
Osmanlı döneminde tarih boyunca köpekler için alınmış en keskin karar II. Meşrutiyet döneminin 1910 yılına denk gelir. 1800’lerin başında ıslahatçı sultan II. Mahmut’un da denediği bu toplu yok etme politikası o dönem Rusya ile savaş patlak verince başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Aynı şekilde Abdülaziz döneminde 1870’lerde bir girişimde bulunulmuş ama şehir, tarihinin en büyük yangınlarından birine tanık olduğundan mevcut uygulamalar rafa kaldırılmıştı.
Köpekleri yok etme girişimi son 100 yıldır başarısızlıkla sonuçlanınca işin biraz daha teknik boyutta değerlendirilmesini düşünenler çeşitli projelerle ortaya çıkıp idareye fikirlerini sundular. Bunlardan biri de o dönem İstanbul Pasteur Enstitüsü’nün müdürü olan Doktor Remlinger’di.
Remlinger’e göre bir sokak köpeğinin ederi derisi, kılları, kemikleri, yağı, kasları ile 3-4 frank civarıydı ki bu, şehirde 60-80.000 arası köpek bulunduğu hesaba katılacak olursa önerdiği yöntemle hazineye 200-300.000 frank değerinde getiri sağlayacak bir fikirdi. İşin yürütülmesi için şehir dışında belli yerlere deri, et ve yağı ekonomik olarak işleyecek tesisler kurulmasını öneren Remlinger, bunun gibi 10 merkez kurulursa her biri günde yüz köpekten iki ay içinde itlafın biteceği hesabını yapıyordu. Hayvanların nakil işinin de gece kafeslerle yapılmasını tavsiye etmişti. Elbette böyle dâhiyane bir fikrin tasarlayıcısı olarak elde edilecek kazancın %10’una talip olduğunu da önerisine ekliyordu.
Remlinger’in önerisi kabul edilmeyince, şehir idaresi kendi bildiğini okuma kararı aldı. İlk başta olayı şehir içinde halletmeyi planlayan yetkililer, sokakta işsiz güçsüz kim varsa bunların eline tahta kerpetenler tutuşturup köpekleri toplama kampanyası yürüttüler. Köpekler tahta kafeslere tıkılıyor sonra doğruca Topkapı civarındaki hendeklere yol alıyorlardı.
Bir tür cadı avı gibi yürütülen temizleme politikasında köpeklerin toplandığı yerlerde artık sayısız köpek birikmiş, toplama kampı gibi kullanılan yerler yetersiz hale gelmişti. Üstüne bir de köpeklerin açlıkla mücadelesi, birbirleri arasındaki ölümcül kavgaları ve buna göz yummak istemeyen duyarlı halkın tepkisi de birleşince hemen yeni bir plan geliştirme ihtiyacı duyuldu. Bu noktada en güzel alternatif 100 yıl önce de kullanılan ama başarısızlıkla sonuçlanan “ada” çözümüydü. Kimsenin gidip görmediği bir ada, köpek sorununu da görünmez kılacaktı. Plan derhal uygulamaya kondu. Köpekler yine toplatılacak yine adaya sürgün edilecekti. Bu sefer karar kesindi.
Sivriada’ya (sonradan adı bu olaylar yüzünden Hayırsız Ada olarak anılacaktı) sürgün kararı alınan köpekler Karaköy rıhtımına yanaşan teknelerin küpeştelerine yığınlar halinde tıkıldılar ve yalnızlığa terk edilmek üzere yola çıktılar. Yaz aylarına denk gelen bu sürgün kısa sürede köpekleri çılgına döndürmüş, efsanelere konu olacak o “şehri uyutmayan uğultular” adadan yükselir olmuştu. Efsaneler yine öyle diyor ki köpekler sesleri daha iyi duyulsun diye rüzgârın şehre doğru esmesini beklerlermiş uğuldarken.
Yaz aylarına denk gelen sürgünde köpekler için ilk başta şehirden günde iki kere ekmek getirmekle görevli kayıkçılar atanmıştı. İçme suyu ise kuyudan çekiliyordu. Ancak hem kayıkçıların kendi gönülsüzlükleri hem de iki sene sonra patlak verecek Balkan Savaşı’na sürüklenen hükümetin bütçeleri kısıp maaşları doğru düzgün dağıtamaması nedeniyle kısa süre sonra adaya yemek gitmez olmuştu. Ada’ya sürgün yiyen 80.000’e yakın köpek kısa bir süre sonra açlıktan birbirlerini yiyecek, gölgelik hiç bir yer bulamadıkları adanın o kavurucu sıcağında susuzluktan deniz suyunu içmeye yelteneceklerdi. Aralarında intihar etmeye karar verenleri içecekti de.
O dönem İstanbul’da bulunan Fransız karikatürist Sem, Temmuz 1910’da köpekleri resmetmek için gittiği adanın görünümünü hatıralarında şöyle anlatıyor:
Dayanılmaz derecede sıcak bir gündü. Güneş denizin mavisini yok etmişti. Sıcağın etkisinden uzaklaşmak için kabinime çekildim. Bir süre dalmışım. Rüyamda kötü şeyler gördüğümü hatırlıyorum. Uyandığımda vapur durmuştu. Hemen kalkıp güverteye attım kendimi. Havada fena bir koku vardı. Sonra kaptan köşküne arkadaşlarımın yanına çıktım. Her biri mendilleriyle burunlarını tutuyordu. Kamaralarının pencerelerini, kapılarını kapadılar. Bir mil uzakta bitkiden mahrum, yalçın bir kayadan ibaret olan ada görünüyordu. Güneşin parlak ışınları görüşümüzü etkilediğinden üzerinde bulunan hayvanları önce fark etmemiştim. Sanıyordum ki bu ada üzerinde taşlar hareketli büyük bir kütle halinde çalkalanıyor. Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyordu. Güneşten kavrulmuş halde serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyor, son takatlerine kadar suda kalmak istiyorlardı. Bazısı cesetlerden bir parça et koparmaya çalışıyor, bazısı sığınılacak ufak bir gölge arıyor, diğer bir kısmı da adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyordu. Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadıydı. Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı ve zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Vapur hareket etti. Zavallı köpekler yine bizleri son bir ümitle takibe çalışarak çırpınıyor, geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Uzaktan bir römorkörün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor Hayırsız Ada’nın aç sakinlerine İstanbul’dan taze köpek getiriyordu. Bir çoğu gelen sandallara atlamaya çalıştı. Şehre geri dönebilmek için.
Sivriada’ya köpek taşıma işi tam iki ay sürdü. Ada tamamen ceset tarlasına döndüğünde bir Fransız girişimci oraya yerleşti. Köpeklerin cansız bedenlerini Marsilya’ya yollamak üzere deri, kemik tozu, gübre ve yağ olarak paraya dönüştürdü.
Peki şehirde köpekler bitti mi? Elbette hayır. Sokaklar yine onların, özgürlük yine onların.
Köpekler ve (elbette es geçilmemek üzere) kediler bu şehrin kimliği.
Şehir onlarla İstanbul!
💬 Haber Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?